“Korku, yalan doğurur…” Dostoyevski…
Bu zamanlarda anlayamayacağımız ilginç bir bedevi geleneğinden bahsedeyim. Asabiyette, kabile yaşamının önemli unsurlarından birisi, çadır gelenekleri. İslam öncesi dönemde de sık görülen bu adete göre, kadın evlendikten sonra çadırın kapı bölümünü doğuya çevirerek kurdurur. Kutsaldır çünkü. Bu aynı zamanda güneşe olan saygıdan dolayı, hemen hemen tüm çadır toplumlarında böyledir. Eski Türklerde de bu durum değişmez. Ancak bu kutsal ve değişmez olan kural, X.yüzyılda, güneşin geçtiği en yüksekteki nokta düşünülerek güneye açılacak şekilde değiştirildi. Hatta bazı görüşlere göre Arabistandakilere bu adet eski Türklerden geçmiştir.
Adam gün boyunca işine gücüne bakıp çadıra döndükten sonra, kapı tarafı hala doğuya bakıyorsa problem yoktur. Eve gidebilir. Eğer problem varsa ve kadın artık adamla birlikte olmak istemiyorsa kapı tarafı batıya çevrilir Araplarda. Adam kadının bağlı olduğu kabileye karşı sorumlu olduğu için zorlayamaz ve durumu anlar. Ve artık o çadıra giremez… Girerse büyük problem yaşanır.
Asabiyet geleneğine bağlı olunduğundan, belki aile büyükleri araya sokulur ancak kadın zorlanmazdı. Zaten kadın içinde en son noktadır bu durum. Her şeyi başlı başına düşünüp aldığı son karar olurdu.
Kıyamet ne zaman kopar peki? Güneş batıdan doğduğu zaman… Ve artık adam için “tövbe kapısı” kapanmıştır. O eve geri dönüş yoktur. Adam için kıyamet vaktidir…
Sevgili dostlar bu tip aktarımları şu anki olanaklarımızla ve bilgimizle düşünmemiz lazım. Anlayabilmek için o zamana nüfuz etmeye çalışın. Kabile hayatına ve çadır yaşamına dönün. Sürekli sürgünler var, savaş var, açlık var, kıtlık var. Vakti zamanında Kuran’ı ve hadisleri yorumlayan alim dediğimiz kişiler öyle alim filan değildi. Birazdan onların yöntemlerinden birini de açıklayacağım. Hemde en ünlüsünü.
Bizim gibi dünyanın bir ucundan kişilerle anlık bağlantıları yoktu bu kişilerin. Eskilerin anlatmasıyla ve nakliyle yorum yaptılar. Farklı kültürlerle karşılaştırmalı yorumlar yapamadılar. Deve üstünde aylarca köy köy gezdiler bazı adet ve gelenekleri öğrenmek için. Ulaşabildikleri imkanları bu zamanla kıyaslamaya gerek bile yok. Bu gün anlayamadığımız bir kelimenin kökeni ile ilgili araştırma yaparken Etiyopya’dan üniversitede çalışan bir arkadaşımıza bir tek tuşla ulaşıp, yanımızdaymış gibi mesajlaşabiliyoruz. Bu eskilere nazaran elbetteki müthiş bir olanak. Az önce anlattığımda öyle metafor bir ifade filan değil. Adamların gelenekleri. Anlatım biçimi basit. Benzer ifadeler bizim dilimizde de var. Borcunu ne zaman ödeyeceksin? Diye sorardık eskiden, hatırlayın. Aldığımız cevap “kırmızı kar yağdığı zaman!” olurdu. Hiçbir zaman yani. Ben gençlik zamanlarımda “güneş batıdan doğduğu zaman” ifadesini “kırmızı kar yağdığı zaman” ifadesine çok benzetirdim mesela. Taa ki bu kabile geleneğini öğrenene kadar.
Bu kabilelerin bazılarında birde kızların diri diri gömülmesi efsanesi vardır biliyorsunuz. Anlatılıp durulur yıllardan beri. Bu bazı kabilelerdeki inanış biçimi. Bakın, o da bütün kabilelerde değil, bazı kabilelerde. Bütün Arap kabileleri buna dahil değil yani. Araplarda onlarca kabile var. Hatta bunların bazıları öne çıkmış, bazıları daha geri planda kalmış. Örneğin, kimilerinde tüccarlık utanılacak bir şey. Beni Kinde, en büyük Arap kabilelerinden bir tanesidir. Ve Kinde devleti VI. Yüzyılın başında Himyerilerden özerklik kazanarak gelişti. Ve Halis bin Amr, Bizans imparatoru Anastasyos ile 502 de bir antlaşma imzalamıştı. Onların da kabe geleneği vardı. Tıpkı diğer Arap kabileleri gibi. Ancak çok dinli bi yapıydı. Hristiyan olanlar, Mazdek dinine girenler, Yahudi olanlar gibi bir çok bireyi barındırıyordu Kinde Devleti.
Hikayeye göre Arap peygamber El Kinde’nin yöneticilerinden birinin kızıyla evlenmek istediği zaman kızın verdiği yanıt şu şekilde: “Ne Tüccar soyundan gelen biriyle mi evleneceğim?” Kureyşliler Arabistanın tüccarları ve Beni Kinde kabilesi ise Arabistanın Kraliyet ailesi idi. Gassanilerde, Kureyş henüz sahneye çıkmadan önce Hıristiyan Araplar olarak bölgedeki en etkili devletlerden birini kurmuşlardı biliyorsunuz.
Bu gelenek daha çok ilkel kabilelerdeki adetlerden biriydi. İlk doğan çocuk, taptıkları puta adanırdı. İlk çocuk kız olursa da erkek olursa da bu kural böyleydi. Ama kabile hayatındaki miras kurallarından dolayı, kız evlenip başka bir aileye gideceği için, onu taptıkları “Allah”ın yer yüzündeki temsilcisi olan puta kurban ederler, gömerler. Erkekleri ise değerli saydıkları için ve soyun devamını sağlayacağı için, örenğin Abd Menaf, Abdu-Uza, Abd-allat, Abd-Şems diye isimlerle yine putlara adarlardı. Çocuk erkek olursa ona verdikleri adla aynı zamanda kendileri de künyeleniyorlardı. Ebu Abdullah, Ebu Hişam, Ümmi hind gibi…
Böylece hem de miras ailede kalıyor.
Hatice’de ilk doğan çocuktur mesela hikayede. Ama kurban edilmemiştir örneğin. Demek ki o ailenin bu gibi adetleri yoktu denilebilir. Hatice Esed soyundandı.
Onlarla akraba olan, Haşim’in oğlu Abdulmuttalib’in on çocuğundan birini kurban etmek istediğini de yazar tarih. Sadece puta tapınım yapan bir takım kabilelerin sürdürdüğü bir adetti bu. Kuran’da da bahseder biliyorsunuz. Necm Suresi 19-20 “Gördünüz değil mi Lat’ı, Uzza’yı üçüncüsü olan diğerini, Menat’ı… Erkek çocuklar size kız çocuklar O’na öyle mi?”
19 da lat ve uzzadan bahseder, 20 de menat’ı bunlardan ayırır ve 21 de sorar. Demek ki erkek size dişi ona öyle mi? Çünkü Menat tamamen parasal ve maddiyat ile ilgili, dünyevi işlerle ilgili tapındıkları puttur. O zaman olayın tamamen mirasla olduğu söylenebilir.
Zeyd ve Zeynep Olayı Aslında Nedir?
Bu gün bazı kişilerin eleştiriyi ortaya koyarken savundukları klişe başlıklar var ki, bunların en önemlilerinden bir tanesi, “Zeyd ve Zeynep Kıssası” biliyorsunuz. Bunu daha önceki yazılarda açıklamaya çalışmıştım. Zeyd ve Zeynep hikayesi birinin evlatlığının karısına göz koyma olayı değil. El değiştiren devlet yönetiminin, bir önceki yöneticinin meşruiyetini ortadan kaldırmak için yazılmış bir kıssa olabilir demiştim. Çünkü bir önceki yönetimin en büyük, büyük büyük dedeleri evlatlıkdı biliyorsunuz. Ümeyye…
Bunu bir defa daha belirtmekte fayda var. Önceki yazıyı okumayanlar için kısaca değinmek gerekirse. Emevilerin büyük dedesi olan Ümeyye, Haşim’in kardeşi olan Abd-Şems’in evlatlığı olduğu için, yönetimi ele geçiren Abbasiler, geldikleri dönemde bu kurumu ortadan kaldırarak yönetim hakkının Emevilerde değil kendilerinde olduğu algısı yaratmış olabilirler. Emeviler ise biliyorsunuz, Haşim ve Abd-şems’in yapışık ikiz olarak doğduklarını, babalarının bunları “kılıçla” ayırdığını, daha doğrusu ameliyat ettiğini iddia eden hikayeler yazdırmıştı. Bu kadar göz önünde olan bir hikaye silsilesi aslında.
Ama ön kabullerimizi yıkmadan bunları görebilmemiz çok zor. Anlatılma ve aktarılma nedenleri bana göre hikayenin aslından daha önemli. Hikayelerden anladığımız kadarıyla, Bedir’de başlayan bu iki aile arasındaki kin ve nefret içten içe, Kerbela’ya kadar devam etmişti.
Bazı Sünni ve Şia kaynaklardan bunu anlayabiliyoruz. Hamza, biliyorsunuz Bedir’de Ali ile birlikte o ilk karşılaşılan üçlü kılıç mücadelesinde, Ebu Süfyan’ın karısı, Hind’in babası ve Amcasını, daha doğrusu aile büyüklerini öldürür. Daha sonra Uhud’da Hind, Hamza’yı “Vahşi” adlı bir köleye öldürterek bunun intikamını alıyor.
Mekke fethinde mecburen biad eden Ebu Süfyan ve Hind için demekki intikam burada bitmiş değildi. Çünkü bu ikisinin torunu olan Yezid, yani Muaviye’nin oğlu Kerbela’dan sonra öyle bir beyit okur ki. Bu savaşın o ana kadar bitmediğini anlarsınız.
Yezid Kerbela’dan sonra şöyle der.
“Keşke Bedir’deki büyüklerim olsalardı da görselerdi
Hazrec’in ok ve mızrakların isabetinden nasıl inlediğini
Haykırırlardı ve sevinçten gözyaşı dökerlerdi
Sonra derlerdi ki: Yezid! Elin dert görmesin
Onların ileri gelenlerinden ulularını öldürdük
Bedr’in karşılığı olarak, böylece denge sağlandı
Haşimoğulları mülk ile oynadılar.
(Yoksa haşimi Muhammed’e Allah’tan) Ne bir haber gelmiş
Ne de vahiy inmiştir.
Handef’ten olmayayım (soysuz olayım)
Eğer intikam almazsam
Yaptıklarından dolayı
Ahmed’in (muhammed’in) soyundan.”
Bu beyit rivayetlere göre Yezid’e ait… (Kaynak: Hafız Şirazi)